Bir kez kitapların yemeklere benzediğini fark ettiğinizde bol baharatlı egzotik kokularıyla fantastik ve bilim kurgu edebiyatından bir daha kendinizi alamazsınız.
Kitaplardan her zaman yemek yemeye yakın bir tat aldım ve bir kütüphanenin geniş bir mutfağa benzediğini düşündüm. Buna ilk defa çocukken yaşadığımız evde karar vermiştim. Evin Sovyet yazar ve şairlerinin kalın ciltleri, Varlık yayınlarının küçük kadife renkli kitapları, üçüncü dünya ülkeleri ve savaşlarla ilgili romanlar, 80’lerde annemin bir köprüden atmak zorunda kaldığı Marksist – Leninist kitaplar, özgürlükçü ve devrimci felsefe kitaplarıyla dolu sarıya boyanmış bir kütüphanesi vardı ve bu komünist kütüphane içinde bulunduğu evin ışıklığa bakan küçük ve pratik mutfağıyla mutlak bir uyum içindeydi. Açılıp kapanan üstü sarı kontrplak kaplı masası, kumaş kaplı tabureleri, gürültülü davlumbazıyla burası benim için salondaki sarı kütüphanenin mutfaktaki izdüşümüydü. Aynı şekilde şimdi de ne zaman birinin mutfağına girsem onun kütüphanesini tahmin etmeye çalışmak beni eğlendiriyor. İsterse hiç kitap almamış olsun, gene de herkesin uygun şartlarda bir kütüphanesi olabilir ve henüz tamamlanmamış bile olsa bu kütüphane genelde o kişinin mutfağına benzer.
Tabii kitapların tadı varsa yemeklerin de bir hikayesi olmalı. Kütüphanesi bilim kurgu ve fantastik romanlarla dolu biri olarak benim yemeklerim bilim kurgunun en sert çağı gibi oluyor bazen, diş etlerini kamaştırıyor, Philip K. Dick’in gerçek mi yoksa android mi olduğu bilinmeyen kahramanları gibi, yağmurda ıslanan demir gibi kokuyor. Bazen ocağın altı bir ejderha alevi gibi parlıyor ve yemekten Ursula Le Guin kitaplarındaki gibi bilinmeyen bir dilde bilge bir tıslama yükseliyor. Peksimetler Yüzüklerin Efendisi’nde yolluk olarak alınan lembaslara benziyor, bir tabak mercimekte her zaman uzay gemisinde pişen sade ve tatsız yemeklerin tadı oluyor. Günlerden birinde öyle baharatlı oluyor ki yaptığım çorba, kendimi China Mieville’nin Perdido Sokağı İstasyonu’ndaki bir khepri mahallesinde hissediyorum. Kopkoyu çikolatalı kekin narkotik kokusunda her zaman Neil Gaiman’ın Yokyer’i saklı.
Mutfağım da tıpkı kütüphanem gibi benim en mutlu olduğum yer. Nasıl kitapların içine girebiliyorsam, burada da yaptığım yemeğin dünyasına dalabiliyorum.
Büyükanne mutfakları
Büyük kitaplar büyük yemeklere benziyor ve fantastik edebiyatın yapı taşı olan kitaplar çocukluğunuzda büyükannelerinizin yaptığı tarifleri andırıyor. Kimsenin bilmediği gizli bileşenleri var, bilmecelerle dolular ve bir daha okuduğunuz hiçbir kitap aynı tadı vermiyor. Büyükannelerin yemekleri gibi onlar da dünya dışı ve bilge. Ovid’in Metamorfozlar’ı, Sümer’den kalma Gılgamış Destanı, Germenlerin Nibelungenlied’i ve Bin Bir Gece Masalları bu türün ilk örnekleri. Shakespeare’in içinde deli bir bilim adamını barındıran Fırtına adlı kitabı, Swift’in Gulliver’in Seyahatleri gene bu tür içinde sayılabilecek ilk romanlar. Ve sonra endüstri devrimiyle birlikte bilime karşı duyulmaya başlanan korkuyla yazılmış Mary Shelley’nin Frankenstein’ı. Fakat bilim kurgu ve fantastik edebiyat asıl patlamasını Yüzyıl Sonu denilen ve 19’uncu yüzyılın son çeyreğini temsil eden, bilimin alıp başını yürüdüğü, ikinci endüstri devriminin yaşandığı ve hava kirliliğinin gri bir yaratık gibi Londra, Paris, New York gibi şehirlerin üzerine çöktüğü dönemde yaşıyor. Fabrikalarda birer robot gibi çalışan insanlar, tüten fabrika bacaları, Atlantik Okyanusu’nu geçen buharlı gemiler, trenler… Yaşam o devirde kömürlü suya batırılmış bir mendili emmek gibi. Jules Verne’in içinde bulunduğu yüzyılın buluşlar ve keşiflerle dolu hayallerinden güç alan romanları ve H. G. Wells’in sosyal dünyayı irdeleyen kitapları bu dönemde basılıyor. Verne uzaya yolculuk yapmayı hayal ederken Wells Doktor Moreau’nun Adası’na Darwin’in evrim teorisini, Zaman Makinesi adlı romanına Marksizm’i ve İngiliz toplumuna yönelttiği keskin eleştirileri yediriyor. Onları takip eden Sir Arthur Conan Doyle ve Rudyard Kipling bu türde eser veren ilk modern edebiyatçılar oluyorlar. Aynı anda Amerika’da ölüm temasını irdeleyen Edgar Allan Poe’nun ve karanlık, ilkel ve doğaüstü bir barbarlığı simgeleyen dejenere olmuş toplumlar karşısında mücadele eden eğitimli bireylerin hikayelerini anlatan H.P. Lovecraft’ın kitapları yayınlanmaya başlıyor. Savaş sonrası yılların soğuk apartmanlarında, ellerinde parçalanacakmış gibi duran daktilolara karın tokluğuna uzak gezegenler, parıltılı füzeler, robotlarla ilgili hikayeler yazan o büyük yazarları unutmamak lazım. Zamanın devleri: Isaac Asimov, Robert Heinlein ve Arthur C. Clarke. Ve son olarak o eski iyi tariflerin sondan ikisine gelelim, J.R.R. Tolkien’in Yüzükleri Efendisi’ne ve Ursula K. Le Guin’in Yerdeniz serisine. Büyük bir şölen sofrası düşünün. Koca bir çaydanlık dolusu kahve, güzelim yuvarlak tahıl kekeleri, tereyağlı ekmekler, maşrapa maşrapa biralar, üzeri balık ezmesi sürülmüş peksimetler, taptaze elmalar, puddingler, fırınlanmış patatesler… Orta dünya kendi başına bir dünya mutfağı olabilir. Ve sonra benim en sevdiğim büyükanne yemeği; ejderhaların, çocukluktan eğitilmeye başlayan büyücülerin, yutulmuş küçük kızın, Arha’nın olduğu Yerdeniz’e. Başta bu, tek ve basit bir yemek gibi görünse de, derinlerde bir yerlerde tınlayan birbirinden farklı binlerce tat olduğunu keşfediyorsunuz. Bu küçük tatlar olanca nezaketleriyle sizinle iletişim kuruyorlar. Dünyanın her coğrafyasından, her kadının bilgeliğinden bir tutam ot veya baharat içine atılmış sanki. Yerdeniz, dünya gibi kokuyor.
İştah açıcılar ve atıştırmalıklar
Ruhunuzun hasta olduğunu hissettiğinizde sizi kendinize getirecek, rahatlatacak ve hatta kahkaha attıracak sıcacık, şifalı bir çorba tarifi mi istiyorsunuz, öyleyse Terry Pratchett tam size göre. Canınız bir Fas yemeği, yanında da naneli çay mı çekti, Frank Herbert’ın çöl gezegeni Dune’da geçen serisinin zamanı gelmiş demektir. Soğuk ve kasvetli kış gecelerini bir fincan kahve ve zencefilli kekin yanında Mervyn Peake’in aynı zamanda hem sonsuzluk hem de kapana kısılmışlık hissi veren Gormenghast üçlemesiyle geçirebilirsiniz. Küresel ısınma nedeniyle deniz seviyesinin yükseldiği, denize karşı örülmüş dev bir duvarın ardındaki Tayland’ın dünya devi olduğu ve biyoteknolojinin en ileri endüstri koluna dönüştüğü bir dünyada geçen Paolo Bacigalupi’nin Kurma Kız’ı insanın ağzında ilk kez tadılan, sulu, egzotik meyvelerin tadını bırakıyor. Son aylarda çıkan Karin Tidbeck’in Zeplin’i ne zaman yediğimizi hatırlamadığımız ama nostaljik bir tadı olan mantarlı kopkoyu bir çorbayı hatırlatıyor. Sanki dünyanın bütün büyüsü bu çorbaya saklanmış, geri dönmeyi bekliyor ve siz onu yanlışlıkla yiyip bitiriyorsunuz. Zeplin hayatınız boyunca bir kez yiyebileceğiniz trajik bir yemek, tam da bu yüzden çok değerli.
G.R.R. Martin’in Buz ve Ateşin Dansı serisinin (daha bilinen ismiyle Taht Oyunları) denizden çıkmış ve harlı ateşte baharatlanarak pişirilmiş su böceğini çağrıştıran bir tadı var. Istakozlar, midyeler, karidesler ve yengeçler aşkına! Taptaze ve ateşli aynı zamanda bol cıva içeriyor sanki. Uzun yaz akşamüstleri yenen yemekler gibi.
Yarın yokmuş gibi ye
İsimleri fantastik veya bilim kurgu olabilir ama aslında modern dünyanın kararttığı gerçeklere odaklanan keskin lenslere benzeyen ikincil dünyalar onlar. Ne kadar cafcaflı olsalar da özlerinde aslında hepsi doyurucu bir yemek. J.R.R. Tolkien’in insanların endüstri devrimi ve Birinci Dünya Savaşı karşısında yaşadıkları korkuları alıp Yüzüklerin Efendisi’nin o büyülü mitolojisini yaratması, H.G. Wells’in Dünyalar Savaşı romanının aslında uzaylılarla alakalı değil, Britanya İmparatorluğu’nun yabancı düşmanlığıyla ilgili olması gibi. Aldous Huxley’nin yazdığı Cesur Yeni Dünya genetik manipülasyonlarla mükemmelleştirilmiş insan ırkının aslında ne kadar sürdürülebilir olduğunu, Zamyatin’in Biz’i totaliter rejim karşısında özgür iradenin kayboluşunu, George Orwell’in 1984’ü herkesin kontrol edildiği distopik bir ülkeyi sorguluyor ve ağızda İskoç adalarında dalgaların dövdüğü iskelelere yerleştirilmiş rüzgarı içine çekerek damıtılmış iyi bir malt viski tadı bırakıyor. China Mieville’nin Perdido Sokağı İstasyonu ve Yara’sı tamamıyla Kraliçe Victoria İngiltere’sinin çarpıtılmış bir kopyası ve aynı zamanda benim için İngiltere’nin eski sömürgelerinden gelen tüm tariflerin birleştiği bir füzyon mutfağı. Ve tavşan kovalarken kuyudan aşağı düşen şu küçük kız var ya; Alice. O da sadece büyümekten korkan küçük bir kız. Bir dahaki sefere çaya batırdığınız bisküvi ağzınızda erirken size anlattığı hikayeyi dinlemeyi unutmayın.
Yemek ve kitap arasındaki bağlantı ve örnekler çok güzel olmuş.