
Çocukluğum gemilerde geçti. Denize ilk açıldığımda daha küçücük bir bebekmişim, hatta annem hamileyken bile şeytan merdiveninden gemilere çıkar inermiş. Ama benim denize dair anılarım beş yaşımdan sonrasına ait. Bir ranzası olan, ablamla paylaştığım küçük kamaramı, gemicilerin benim için yaptıkları tahtadan oyuncaklarımı, makine dairesinin gizli saklı köşelerini, uzaktaki gemilere bakmak için kullandığım dürbünümü, telsizin başına geçip Filipinli denizcilerle sohbet ettiğimi hatırlıyorum. Makine gürültüleri, sintine kokuları, yağ lekeleriyle geçen bir çocukluktu benimkisi. Ama o hayata dair her şeyi çok seviyordum. Her yeni gün yepyeni bir dünya demekti. Sabahları uyanır uyanmaz bugün dünya nasıl bir yer diye düşünerek lumbuzdan dışarı bakardım. Bir gün dünya ölü dalgalar yüzünden yalpa yapan bir denizken, öteki gün balta girmemiş ormanların arasında bir nehre dönüşüyordu. Akıntılar, fırtınalar, deniz dibinin tabiatı, sisler, tehlikeli sular, mayınlı bölgeler… öyle yağmur yağar ki, geminin başını göremezsin. Kum fırtınaları kapatır önünü, gene göremezsin. Geminin içine kum girer, makineleri bozar. Dünyanın belli yerlerinde çift gözlü ve elektronik korsanlar vardır. Büyük gemileri kıran yirmi metrelik dalgalar vardır. Fırtınalar yumurta gibi çıkarlar ve biterler. O biter, bir tane daha yumurtlar. Bunlar yürürler, giderler. Denizciler de katlanır ona. Kabul edeceksin, yapacak bir şey yok. Bu benim kaderim diyeceksin. Fırtınanın içinde dövüne dövüne, bata çıka yürür gemiler. Fırtına durdu mu da dünyalar onun olur. Gemide maceradan kaçış yoktu. Fırtınada korkusundan makine dairesine saklanan bir aşçıbaşı tanıyorum, o bile kaçamamıştı.





Denizde çocuklar kraldır. Ailesinden uzakta yaşayan denizciler özlemlerini gemideki çocuklarla giderirler. Onlara tahtadan oyuncaklar yaparlar, bir balina yaklaştı mı dışarı çıkıp baksınlar diye onlara haber verirler, güvertede dinlenen albatrosları tutup çocukların kucağına bırakırlar. Hamaklar, havuzlar, kilerdeki dondurmalar çocukların emrine amadedir. Aşçıbaşı devamlı onlar için pastalar kekler yapar. Süvari bey olmadığında öteki kaptanlar dümeni çocuğun eline verirler. Yakındaki gemiler denizde bir çocuk olduğunu duyduklarında telsizden şarkılar çalarlar onun için. Yunuslar bile gemide çocuk olduğunu hissettiler mi daha çok gelirler sanki. Benim için gemi bir şato gibiydi. Deniz benim krallığım, koşarken oraya buraya vurduğum dizlerimdeki morluklar savaş yaralarımdı. Makine dairesi zindanlar, geminin karnına geçilen koridorlar yeraltı sarayları olurdu hayalimde. Ambarlar dağların kraterleri, balinalar deniz canavarlarıydı. Afrika’nın liman şehirlerinin, yağ tabakasıyla kaplı kanalları, yemyeşil ormanları ve uzaklarda tüten fabrika bacalarıyla ziyaret ettiğim bilim kurgu ülkeleri olduğunu düşlerdim. Kamaramda ranzanın üst katına çıkar, hayalimden uydurduğum haritalar çizer, ülkeler keşfederdim. Deniz benim hayal gücümü hem geliştirdi, hem de o uydurduğum haritalar gibi hayallerimin sınırlarını çizdi, onları bilge bir akıl hocası gibi düzene soktu.
Çocukluğum tamamen gemide geçmedi. Ruhumun yarısı denizse, öteki yarısı İstanbul. Bu şehirde doğdum, bu şehirde okula gittim. Hep gizemlere yakın oldum. Okuduğum okulların, yaşadığım yerlerin altında hep hikayeler saklıydı. Altında geçitlerin gizli olduğu zemin taşları, hayaletli köşkler, Bizans İstanbul’u, 1900’lerin başındaki İstanbul. Galata, Pera, adalar… Alexander Vallaury’nin binalarıyla yenilenen, içinde Venedik’i, Ceneviz’i barındıran gizemleriyle, sabah sisinin içinde mum gibi yükselen minareleriyle, Osman Hamdi Bey’in İstanbul’u. Bu şehrin altında büyülü bir ateş yanıyor sanki. Beni o ateş ısıtıyor, o ateş bana ilham veriyor. Şu anda gördüğüm hiçbir şeyi sevmiyorum. Dışarı çıktığımda hep gözümü kaçırıyorum İstanbul’dan, ama o büyülü ateşin gölgeleri hala her yerde. Ben onlarla besleniyorum.

Şimdilerde kışları -40 derecelere inen ABD’nin Minnesota eyaletinde yaşıyorum. Küçük bir parkın, yürüyüş yollarının yüzlerce gölün ve heybetli Mississippi Nehri’nin yakınında kocam ve iki oğlumla birlikte yeni kitabımı yazıyorum. Aynı zamanda hiç ama hiç durmadan, fütursuzca İstanbul’un perilerini hayal ediyorum!