Pera Günlükleri

70binin üzerinde satan Pera Günlükleri serisi Ran ve Lusin Eltanin ikizlerinin anne ve babalarının kaybolmasının ardından İstanbul’daki sırlarla dolu Pera Palas Oteli’nde yaşadıkları birbirinden esrarengiz ve heyecan dolu maceraları konu alıyor.

Bir seferinde Venedikli ünlü kaşif Marco Polo şöyle demiş: “Gördüğüm şeylerin yarısını bile anlatmadım.” Bu kitap onun gördüğü şeylerin diğer yarısını anlattığı günlüğü bulan ikiz kardeşlerin hikayesi; Ran ve Lusin Eltanin’in… 

Venedik’te, 9. yüzyıldan kalma Dandolo Koleji’nde yatılı okuyan on iki yaşındaki Ran Eltanin bir gün okulun kütüphanesinde Marco Polo’ya ait olduğu anlaşılan gizli bir günlük buluyor. Doğu’nun gizemli dünyasına seyahatler yapan Venedikli kaşif  kimseye anlatmak istemediği sırlarını bu günlüğe yazmış ve paha biçilmez hazinelerini sakladığı Venedik’teki gizli sığınağının yerini defterin sayfalarına kaydetmiş. Ran, Polo’nun sığınağının Dandolo Koleji sınırları içinde bulunan yıkık bir kulede olduğunu öğrenir öğrenmez orayı araştırmaya gidiyor. Kulenin dibindeki gizli odayı bulması zor olmuyor. İçeride yaylar, kılıçlar, içi mücevherlerle dolu sandıklar, bir mumya ve bir papirüs var. Papirüsü açıp baktığında bunun kayıp bir ülkenin haritası olduğunu fark ediyor. Körler Ülkesi yazıyor haritada. Ortasında bir piramit yükseliyor. Antik Grekçe harfler çocuğun gözlerinin önündeki papirüste parıldıyor: “Karanlık ve ölümdür havası…”

Ran Eltanin daha haritanın gizemini çözemeden kendisini ikiz kız kardeşi Lusin’le birlikte müdürün odasında buluyor. İkiz kardeşler, arkeolog olan anne ve babalarının Yemen’in kuş uçmaz kervan geçmez çöllerinden birinde kaybolduğu haberini alıyorlar. Okul yönetimi onları bir an evvel trenle İstanbul’daki büyük amcalarının yanına göndermeye karar veriyor. Büyük amcaları Kaptan Barnekas eski bir deniz kurdu ve İstanbul’un ilk otellerinden biri olan yüzlerce odalı ve muhtemelen asırlarla dolu bir maziye sahip Pera Palas’ın sahibi. İstanbul’u görecek ve eski bir otelde yaşayacak olmak maceracı Ran’ı heyecanlandırsa da, içine kapanık ve utangaç bir kız olan Lusin’in hiç hoşuna gitmiyor. Erkek kardeşi babasıyla birlikte dünyanın dört bir yanındaki arkeolojik kazılara katılmış, fakat Lusin hayatı boyunca hiç buradan, Venedik’ten ayrılmamış. Annesi sanki onu hep bir şeyden korumak, güvenli bir yerde tutmak istemiş. Kızın kimseye söylemediği bir de sırrı var: Annesinden ona yadigar kalan bir fosil. Kim bilir belki milyonlarca yıl önce yaşamış bir yaratığın fosili; üç başlı bir yılanın…

İki kardeş ertesi gün apar topar Venedik tren istasyonundan kalkan Şark Ekspresine bindiriliyorlar. Bu sırada onları izleyen başka gözler var. Düşman gözler ve koruyucu gözler. Bunlardan biri istasyonda onları gözetleyen güzel bir kadın casusa ait. Tren yola çıktıktan sonra bu genç kadın Lusin’in üç başlı yılan fosilini ondan çalmaya çalışıyor. Kızı, birkaç saat evvel vagonları trene bağlanan bir Çingene kafilesinin reisi kurtarıyor. Fakat yanında devamlı Zengezor adındaki beyaz bir kurtla gezen bu Çingene reisi, üç başlı yılan fosilinin bir dövme gibi kızın avucunun içine damgalanmasını engelleyemiyor. 

Eltanin ikizleri o geceyi bir renk cümbüşünün içinden henüz çıkmışa benzeyen Çingenelerin vagonunda geçiriyorlar. Kaşmir adındaki kurtarıcıları onlara Lusin’in avucunun içine damgalanan üç başlı yılan fosilinden bahsediyor; bunun bir Seraphim olduğunu ve çok eskiden insanların dünyanın derinliklerinden çıkartılan bu fosilleri kullanarak güçlü büyüler yaptıklarını söylüyor. Daha sonra bu insanların yaşadığı yerin, Körler Ülkesi’nin hikayesini anlatıyor ve bu bahsedilen yerin İstanbul olduğunu açıklıyor. Kaşmir’in duyduklarına göre bir zamanlar bugünkü İstanbul’un olduğu yerde gökyüzündeki yıldızları örnek alan piramitler, sfenksler inşa eden büyülü, kadim bir halk yaşıyormuş. Gelecekten haber verme yetenekleri varmış ve bu sayede dünyanın tüm hükümdarlarına boyun eğdirebiliyorlarmış. Fakat bu halkın kahinleri, güçlerinin karşılığında görme yeteneklerini kaybetmişler. O yüzden oraya Körler Ülkesi denmiş. Ve bir efsaneye göre İstanbul’un bilinen ilk kralı Bizas, Yunan anakarasından gelip Körler Ülkesi’nin karşısına yerleşmiş; yani bugün içinde Aya Sofya’nın ve Topkapı Sarayı’nın olduğu Sarayburnu’na. 

O gece sabaha karşı iki çocuk dinledikleri hikayelerin sarhoşluğuyla İstanbul’a adım atıyorlar. Sirkeci Tren İstasyonu’nda kendilerini kimsenin karşılamadığını görünce gecenin içinde birbirlerinin kollarına sığınıp eski bir Ceneviz mahallesi olan Galata’nın labirentimsi sokaklarından yukarı çıkıyor ve batıl bir inancın pençesinde hapis kalmış bir rüya sarayını andıran Pera Palas’ın kapılarına ulaşıyorlar. Otelin üzerine çöken esrarengiz pusun içinde zili çalıyorlar. Kapıyı açan aşçıbaşı Cahit gecenin en karanlık saatinde ortaya çıkan çocukların in mi cin mi olduklarını ayırt edemese de, birer Eltanin olduklarını duyduğunda daha da fazla korkuyor. Gene de çocukları içeri alıp büyük amcaları Kaptan Barnekas’ı çağırmaya gidiyor. Mavi sakalı gecenin ışıkları altında alevler saçan heybetli büyük amcaları merdivenlerin tepesinde belirdiğinde çocuklar buradaki hayatlarının hiç kolay geçmeyeceğini anlıyorlar. Çünkü ikizlerin bilmediği bir nedenden ötürü büyük amcaları onlardan nefret ediyor ve ikisini de otelde istemiyor. İstememekten öte sanki onların yanlarında getirdiği bir lanetten korkuyor. 

Ve daha da tuhafı bu korkunun bilinmeyen bir kehanet, İstanbul’un altında kırılmaya başlayan mühürler ve dışarı çıkmaya çalışan canavarlarla bir alakası var. 

Blog at WordPress.com.

Up ↑

%d bloggers like this: