Genelde herkesin Fargo filminden tanıdığı Minnesota Kuzey Amerika’nın en soğuk yeri. Küresel ısınmayla beraber kutup coğrafyasının kabına sığmaz soğuklarını saldığı bu yere göç etmek mangal gibi bir yürek veya demir gibi bir hayal gücü istiyor.
Minneapolis’e giden 52. Otobanın iki yanında uçsuz bucaksız bir beyazlığa gömülmüş çiftlikler seçiliyor. Uzun kış gecelerinin içine gömülmüş bacalardan çıkan dumanlar orada birilerinin yaşadığına dair tek iz. Geyik avlayan, eksi 30 derecelerde gömlekleriyle dolaşan, sabah beş buçukta kalkıp yulaf lapasını yiyip çalışmaya başlayan, et ve sütten oluşan akşam yemeğini yedikten sonra hemen yatan güçlü ve sağlam yapılı insanlar bunlar. Kışın topraklarından çıkmıyor ve çocuklarına evde eğitim veriyorlar. Şehre inmeleri gerekirse önünde kar küreyici olan kamyonetleriyle karları yara yara ana yola çıkıyorlar. Hepsi dindar. Hepsi cumhuriyetçi. Bazıları Amish ve Mennonite gibi kiliseye bağlılıkları ve tutuculuklarıyla bilinen, etnik kimliklere sahip. Bunlar kendi kıyafetlerini diken, at arabasına binen, elektriği ve modern teknolojiyi reddeden topluluklar. İster Amish olsun, ister İskandinavya’dan göçmüş uzun bacaklı alelade bir çiftçi çoğu belinde silahıyla dolaşıyor. Ama Amerika gibi bir bolluk ülkesinde onların bu sağlam yaratılışlarına hayran kalmamak elde değil. Bu soğuk coğrafyanın gerçek yüzleri onlar. Bizim için ise durum çok farklı. Biz burada hayatta kalmaya çalışıyoruz. Hava gerçekten çok soğuk ve soğuk bir adım daha gitmek isteyemeyeceğin bir şey. Ondan kurtulmak için yürüyemiyorsun bile. En sevdiğin varlığın olan çocuğunun bile araba kemerini takarken her şeyin bittiğini parmaklarını kaybettiğini hissetmek gibi bir şey. En yakın yere gitmek bile büyük bir macera. İsimlerini İskandinav mitolojisinden alan sokaklardan geçip dev karların, buzlu yolların, koca koca ağaçların arasından ilerliyor yollar. Daha evvel gökyüzünü hiç böyle açık görmedim. Soğuktan dolayı bulutların şekli bile farklı. Daha donuk, daha keskin kenarlı. Kuzey ışıkları en büyüleyici renkleriyle başınızın üzerinde salınıyor. Sabahları pembe-mor gün doğumlarına uyanıyorsunuz. Gökyüzü ise sonsuz bir düzlük, büyük bir ilham kaynağı. Buradaki insanların tüm hücrelerine işlemiş bir coğrafya burası. Dışarı çıktıklarında Minnesotalılar’a güvenebilirsin. Karları yara yara yollarını bulabilirler. Evleriyse sıcacık. Şömineler, mumlar, kitaplar, battaniyeler, makosen terlikler… Tüm şehir sanki aynı terziden giyiniyor. Sevdikleri birinin ördüğü ve hayatları boyunca hep giydikleri Norveçli balıkçı atalarından kalma kazakları veya ekose gömlekleri. Burası sert bir tokat attığı gibi sıcacık, elini sana uzatan, sıcak çikolata ikram edecek kadar da şefkatli bir yer. Döver de sever de. Çiftçileri dışarıda tutarsak Minnesota aslında dünyanın en liberal yerlerinden biri. Şehirliler silah karşıtı, cinsiyet ayrımı yapmıyor, mültecilere kucak açıyorlar. Bu soğuk coğrafya insanları böyle yoğuruyor olmalı. Beni ise burada hem kitaplarımı yazmaya devam etmeyi hem de bu coğrafyayla uyumlu olmayı öğreniyorum. Her şeye yeniden başlıyorum. Hikaye anlatmanın çok daha farklı, çok daha zekice yolları olduğunu gösteriyor Minnesota bana. Yazımın aslında yaşadığım yerle nasıl da bağdaşık olduğunu anlamamı sağlıyor. Yazmak bir yol. İstanbul’dayken Galata’nın labirenti andıran hanları, yeraltı tünelleri, Cenevizlerden kalma denize inen yokuşlu sokakları gibiydi yazmak. Buradaysa çocuk kitaplarını andıran yapraklarını dökmüş çıplak ağaçlardan bir ormana giriyor kelimelerim. Bir tepede yükselen taş bir malikanenin salonlarında dinleniyor, karlara bata çıka ilerliyor ve soğuktan donup yokluğa karışıyor çoğu zaman. Cümlelerim güçlü olmayı öğreniyor burada. Sertliği, sevdiğim şeyleri korumak için ormanın içindeki canavarlarla savaşmayı, soğuk bir kulübenin içinde yaralarımın iyileşmesini beklemeyi, ocakta ateş yakmayı. Yazar olmak için bir maceracı olmak da gerek diyorum kendi kendime.
Her şey nasıl başladı diye düşünüyorum bazen. Şanstı, belki de kaderdi. 10.000 Göl Ülkesi veya Kuzey Yıldızı takma adlarıyla tanınan Minnesota’ya göçme maceramız ikizlerin doğumuyla başladı ve gerisi çorap söküğü gibi geldi. Tuttuğumuz avukatın aldığı onayla green card alıp yeniden Minnesota’ya yerleştik. Dünyanın en büyük hastanesi olan Mayo Clinic’in koca koca gökdelenlerinin yükseldiği, 1800’lerde Kızılderililerle iç içe yaşayan rahibelerin Dr. Mayo ile birlikte kurduğu bir manastırı andıran St. Mary’s hastanesinin yakınlarında küçük bir yuvamız var. Mayıs’a kadar burada kalıp sonrasında dünyanın en liberal şehirlerinden biri olan Minneapolis’e taşınma planları yapıyoruz. Orada üzerinde buzda balık avı yapılan Harriet Gölü’nün kıyısında ve Wild Rumpus adındaki içinde tavukları, kedileri ve tarantulaları olan bir çocuk kitapevinin yakınlarında bulunan eski evlere bakıyoruz. Raflar arasında dolaşırken kitaplarımı Amerika’da basılacağı en çok da Minnesotalı çocuklar tarafından okunacağı günü iple çekiyorum. Bunun yanında aşçılığı öğrenmek istiyorum. Mutfakta çalışınca insan Orta batılılar hakkında bir şeyler de öğrenmiyor değil. İnsan ilişkileri de tıpkı yedikleri salatalara benziyor. Hepsi çok sıcakkanlı. Ikea’da karşılaştığın bir kadın telefonunu verip seni evine yemeğe davet edebiliyor. Veya aynı işi yaptığın biri kızlarını senin çocuklarına baksın diye evine yollayabiliyor ve onlar da yanlarında kızak getirip hep beraber kaymaya gidebiliyorlar. Hemen dostluk kuruyorlar. Ama bu sanki salatasına egzotik bir bakliyat, değişik bir baharat veya farklı bir deniz ürünü katmak gibi onlar için. Yeni ve egzotik hikayelere açıklar. Yolda nasıl gideceklerinden, tatile nasıl çıkacaklarına kadar her şey o kadar önceden belirlenmiş, tekdüze ve sıradan ki ister istemez hayatlarında bazı değişik tatlar istiyorlar. Onların salatasında yeni bir tat olmaya çok da meraklı değilim ama ana yemeğe dönüşebileceğimi de çok iyi biliyorum. O tadı beğenip bir dostluk kurmaya da çok açıklar. Bu şekilde başlayıp hayat boyu süren arkadaşlık hikayelerini çok duydum.
Buzul Çağı’nda yaşam
Sert kış Aralık’ın ikinci günü başlıyor ve kar bir daha kalkmıyor, havalar eksi yirminin üzerine çıkmıyor. Gene de Minnesotalılar için değişen bir şey yok. Karların içinde çıplak ayaklarıyla yürüyebiliyor, alışverişe şortları ve parmak arası terlikleriyle çıkıyorlar. Bir yanda çok soğuk denilen havalar var, öte yanda eğlenceli soğuklar. Mesela -37, -41 arasında kimseyi sokakta görmek mümkün değil. Termosuna doldurup dışarı götürdüğün sıcak kahve anında donup çatlıyor, pencerelerin içi buz tutuyor, buz dolabını açınca sıcak hava geliyor yüzüne. Bunlar Buz Devri soğukları. Jet Stream denilen, yani özetle küresel ısınma ile doğrudan alakalı bir hava durumu. Buzları eriten aşırı yaz sıcaklarının ısısını absorbe eden kutup coğrafyası sonbaharla beraber bu ısıyı daha güneylere salarak süratle bir aşırı soğumaya girişiyor ve Kuzey Kutbu’yla Minnesota arasında hiç dağ olmadığı için bu kabına sığmaz soğuklar yola çıkmış atlılar gibi doğrudan buraya giriyor. Bu gidişatın da buz çağının habercisi olduğu söyleniyor. Sonra bir ara havalar ısındı diyorsun. Isındı dediğimiz de -21! Çocuklar kızak kayıyor, donmuş göllerin üzerinde hokey maçları yapıyor, buz pateni kayıyorlar. İstanbul’da olsam titremekten hareket edemeyeceğim bu havada kazağımın üzerine giydiğim hırkamla dışarı çıkıyorum.
Minnesota Nice or Black Ice
Tertemiz bir havası var Minnesota’nın. Tertemiz suları. Tertemiz insanları. Gene de burası Coen Biraderler’in filmi Fargo’nun geçtiği topraklar. Buralıları tarif eden Minnesota Nice diye bir tanım var mesela. Onların nezaketini, sıcakkanlılığını, yardımseverliğini tanımlıyor. Bir yandan çok tuhaf bir bakış açıları (Mesela baristaya elim yanıyor, tutabilmek için bir bardak daha alabilir miyim dediğinde kahvenin içine buz atması gibi) bir yandan da karanlık bir tarafları var ki İskandinav polisiyelerini kıskandırır. Tüm bu beyaz düzlükler aslında çok karanlık işleri barındırmıyor demeden geçemiyorsunuz. Buzun altında kapkaranlık bir gerçek uzanıyor. Tıpkı asfaltın üzerinde görünmeyen buralıların Black Ice dedikleri o siyah buz tabakaları gibi. Bir defasında ormanda çıktığımız yürüyüşte çocukların kızak kaymak için kullandığı bir yamaca çıkmıştık. Bazı yerlerde çiçekler olduğunu fark ettik ve ayağımızla karları kazıdığımızda altında mezarlar olduğunu gördük. Binlerce mezar vardı o tepede. Hepsi 1800’lerde ölmüş insanlara aitti. Biraz daha araştırdığımızda buradaki mezarların eski akıl hastanesinde ölenlere ait olduklarını öğrendik. Ormanı ekip biçmiş, tepelere açtıkları hala görülebilen mağaraları ise ürünlerini saklamak için kullanmışlardı. Öldüklerinde ise gene buraya gömülmüşlerdi. Mağaraların girişi bugün kapalı. Fakat hastalardan bazılarının duvarlara yazdıkları yazılardan kendi tarikatlarını kurdukları ve kendilerini İsa’nın geri dönmüş hali olarak gördükleri anlaşılıyor. Tüm akıl hastaneleri gibi burada da insanın tüylerini ürperten olaylar yaşanıyor. Hastalar ölüyor, lobotomi ameliyatları, elektroşok tedavileri gerçekleştiriliyor. Daha sonra hastane kapatılıyor ve yerine akıl hastalığı olan Federal suçlular için başka bir hastane açılıyor. İşte can alıcı kısma geliyoruz. Söylentiye göre burası Kuzuların Sessizliği filmine ilham veren yer. Yani gerçek Hannibal Lecter bir zamanlar buradaydı. Sonra otobandaki şu yazıyı görüyorum: “Minnesota Nice is not Black Ice, Slow Down” (Minnesota nezaketini siyah buzla karıştırmayın ve yavaşlayın.)
Geri dönmek
Bazen geri dönmek istiyorum. Hatta her gün ve her dakika. Rüyalarımda bile İstanbul’u görüyorum. Hücrelerime kadar geri dönmek istiyorum. Ama sonra dönmek istediğim yerin aynı yer olmadığını fark ediyorum. Geçenlerde Ursula K. Le Guin öldüğünde hatırlamıştım onun ilk kitabını Mefisto’dan aldığımı. 94 senesinde, duvarlarında liseli punk grupların posterleri asılıyken. Biz Beyoğlu’nda dolaşıyorken. Haydarpaşa’dan trene binebiliyorken. Vapur diye gelen ütü benzeri deniz araçları yokken. Bizans harabeleri otel değil birer harabeyken. Benim dönmek istediğim İstanbul artık yok. Belki de o yüzden çocuklar için yazdığım ilk kitap serim Pera Günlükleri benim eski İstanbul’a vedamdı diye düşünüyorum. Burada çocuklarımla pijamalarımızın üstüne kar pantolonlarımızı geçirip donmuş gölün üzerinde koşmaya gidiyoruz. Anne ve bebek ayılar oluyoruz veya ormanda kulaklarımızı ağaçlara dayayıp içinde uyuyan yavru ejderhaların horultularını dinliyoruz. Sonra dönüp soğuk burnumuzu sıcak kakaonun içinde ısıtıyoruz. İstanbul bir rüyaydı belki de. Şimdi Buz Devri’nde yaşamaya ve burnumuzdan çıkan dumanlar havaya karışırken demir sertliğinde hayaller kurmaya devam ediyoruz.
Leave a Reply